Cumartesileri kitap okumaya ayırıyorum. Telif Türk edebiyatı. Onunla geçirdiğimiz cumartesilerde bana kitap seçme işini oğluma havale ettim. Bana 2000 sonrası yazılmış telif Türkçe roman bul. İncesinden olsun dedim. Mario Levi'nin Bir Şehre Gidememek'ini bulup getirdi.

Son hikayeye 79'da başlanmış, 89'da bitmiş, diğerleri 89'da yazılmış. Roman değil, üç hikaye var. Eski sevgili hikayeleri. 2000 sonrası değil. Roman da değil. Yaklaşık 30'ar sayfalık üç hikaye. Nasip.

Kitabı biraz güneşlenerek, biraz da buzlu kahve içerek okudum. Bazı cümleleri bir miktar acıttı. İçinde bulunduğum ahval ve şeraite dair emareler buldum. Yine de böyle hikayeleri sanırım sevmiyorum. Türk beyaz edebiyatının acısı da beyaz. Edebiyatın yaşamayıp yazmayı kutsayan ikame tarafından memnun değilim. Edebiyat zaten hayatı ikame etmekten başka nadiren bir işe yarar. O yüzden edebiyatın genelinden memnun olmayabilirim.

Bir şeylerin yazılabilir olmasını, hafiflemeye başladığına işaret görüyorum. Kelime neşterdir. Kanatsa da iyileşmeye götürür. İnsanın konuş(a)madığı için içinin şişmesine nazaran, konuşup ilgi toplaması veya etki üretmesi çok daha hafif bir hastalık. İlgiyle okuyup kendi konuşamadıklarıma dönüyorum bu yüzden.

Meselem sessizliğin hem konuşacak kadar umursamamak, hem konuşamayacak kadar çok umursamaktan kaynaklanması. Sessizliğin veya konuşulamıyor olmanın neden kaynaklandığını bilemiyorsunuz. İnsan kendi için bile bu sorunun cevabını net olarak veremiyor.

Aklıma bir konu geldiğinde ve ondan hızlıca ve sessizce uzaklaştığımda, bunun konunun önemsizliğinden mi, yoksa bir defa yüzyüze gelince altında kalmaktan duyduğum korkudan mı kaynaklandığından emin değilim. Üzerinde bu kadar dahi düşünemiyorum hatta.

Gün içinde bindiğin bisikletinle önüne çukurlar çıktığından onların etrafından dolaşırsın. Her çukurda durup inceleme yapacak kadar yavaşlarsa hayat bisikletinden düşersin.

Bisikletten düşmenin anlamı yok. Yani her önemsiz hendeğe takılıp kendini yavaşlatırsan yaşama ihtimalin olan hayatı yaşayamazsın. Doğru hayat en ufak ayrıntının dahi didik didik edildiği hayat değildir. Dışarıdan ufak bir çukur gibi görünen mağaralara ise girmen ve aydınlatman gerekir çünkü orada yaşayan yarasalar geceleri kanatlanıp seni uyandırabilir. Üstünü kapatmaya çalışırsan delinir. Tekrar oradan geçerken bu defa yine aynı çukura düşebilirsin. Mağaraları aydınlatmak gerekir.

Gün içinde karşına çıkan çukurların ne kadar derin olduğunu bilemezsin. Çoğu durup umursayacak kadar önemli değildir. Durursan da sığlığına bakınca pişman olursun. Bazıları ise daha derindir. Kilometrelerce derin. Yoluna çıkan her düşüncenin dibine inemezsin ama derin olanlarına inip aydınlatmak iyi olur. Konuşulabilir hale getirmek.

Ancak buna her zaman cesaret bulmak da zor tabii. Güç lazım. Elinde mağaraya inecek ve seni oradan çıkaracak sağlam ipler lazım. Oraya yığdığın çeri çöpü çıkartıp, yeniden bir şeye benzetip satmak lazım. Bu geri dönüşüm edebiyat oluyor. Ancak bu çeri çöpü kendi yaşadıklarından değil, başkalarından öğrendiklerinden de derleyebilirsin. Edebiyatın yavanlaşması bundan.

Ben bu sıralar önüme çıkan çukurların etrafından dolanıyorum. İnceleyecek gücüm yok. Umuyorum ki bunlar zaten umursanmaya değmez önemsiz çukurlardır.

[Beher] #Mario Levi #aşk #sevgili #bisiklet #çukur #mağara #düşünce #edebiyat